Bence firma bir kutudur. Bu kutunun içinde çeşitli varlıklar ya da kaynaklar vardır. Bu kutuda değer yaratılır. Değer yaratma sürecinde kutunun dışından alınan ‘şeyler’, kutunun içinden geçerken ‘dönüşür’ ve dışarı çıkan ‘şeyler’in toplam değerinin içeri girenlerin toplamından daha büyük olması beklenir. Bu beklenti kutunun varlık sebebidir zaten. Yaratılan değer, değer yaratılırken kullanılan başlangıç değerinden daha büyükse kutu da büyür. Eğer durum tersi ise; yani, yaratılan değer kullanılan şeylerin toplam değerinden daha küçük ise bir süre sonra kutu boşalır; boş kutu olur. Kutunun boşalma sürecinde kutuya ya da kutunun sahibine kimsenin güveni kalmazsa, kutu piyasa dışında kalır ki buna ‘iflas’ denir. Dolayısıyla ‘iflas’ her şeyden öte bir güven meselesidir. ‘Güven’ konusu aslında başlı başına ele alınması gereken bir meseledir.
Şimdi gelelim kutunun içinde ne olduğuna. Dedik ki ‘kutunun içinde çeşitli varlıklar ya da kaynaklar vardır’. Nedir bu ‘varlıklar’ ya da ‘kaynaklar’? Kutunun içinde ne varsa hepsini gruplandırdığımızda karşımıza üç grup çıkar. Bunlar birincisi gözle görülebilen, elle tutulabilen kaynaklar grubudur. Mesela binalar bu gruptadır. Makinalar, büro malzemeleri, arabalar falan filan hepsi bu grupta yer alırlar. İkinci grupta görünmeyen kaynaklar vardır. Bunlar markalar, patentler, faydalı modeller gibi kaynaklara karşılık gelir. Bu tür kaynaklar genellikle yasal koruma altındadır. Fikrî ve sınaî mülkiyet haklarıyla cisimleşirler. Üçüncü grup biraz daha karmaşık bir gruptur. Bunlar da gözle görülemezler, elle tutulamazlar. Üstelik yasalarca da korunamazlar. Bu gruba ‘kabiliyetler grubu’ denmelidir. Örneğin firma denen kutunun o güne kadar oluşturduğu iş bağlantıları, iş yapma usulleri, kutunun içindeki becerili insanların becerileri, bu insanların birbirleriyle ilişkileri, birbirlerine ne kadar güvendikleri, kutunun dışındakilerin kutuya ve kutuya hükmeden insanlara ne derece güvendikleri gibi bir yığın unsuru içinde barındırır bu grup.
Firma denilen kutu elbette bir yerde durur. Kutunun bulunduğu yerin bir raf olduğunu düşünelim. O rafa ‘piyasa’ denir ve muhtemelen rafta birden fazla kutu bulunur. Rafın önünden müşteriler geçer. Bu geçiş esnasında her kutu görücüye çıkmış gibidir. Her kutu rafta öne geçmek ister. Bu çabaya ‘rekabet’ denir. Bazı kutular daha çok ilgi çeker. Bunlar ‘rekabetçi’ kutulardır. Öne geçebilen, ilgi çekebilen kutulara bu özelliklerini neyi verdiğini anlayabilmek için yapılması gereken bir kez daha kutunun içine bakmaktır. ‘Peki içinde ne var ki?’ diye sormaktır.
Kutunun içindeki üç grup kaynağın tamamı rekabet gücü için gereklidir. Hangi grubun ne ölçüde gerekli olduğunu kutunun üzerinde durduğu rafın türü, yani ‘sektör’ belirler. Eğer kutu ağır sanayi rafında duruyorsa, birinci gruptaki gözle görülen elle tutulan kaynaklar hayatîdir. Yok eğer, kutu ilaç ve kimyasallar rafında ise ikinci grup önem kazanır. Fakat her durumda, rafın türünden bağımsız olarak üçüncü grup unsurlar emsalsiz bir yerdedir. Çünkü kutunun içinde her ne varsa, tüm bunları kullanışlı hâle getiren ve hatta çoğu durumda bunları inşa eden üçüncü gruptaki kaynaklardır. Dolayısıyla kutulara rekabet gücünü veren temel unsurun bir bakıma ‘kabiliyetler’ olduğunu söylemek fazla iddialı bulunmamalıdır. Kutunun kabiliyetleri bir bakıma kutunun içindeki ‘insanlar’ın kabiliyetleridir. O insanların ne bildikleri, nasıl örgütlendikleri, kendi aralarındaki ilişkiler, nasıl öğrendikleri hayatîdir. Eğer o insanlar kutudan çıkıp giderlerse geriye kalan kutuya ‘boş kutu’ bile denilebilir; içinde her ne kadar başka şeyler kalmış olsa bile. Ankara Sanayi Odası Başkanı Sayın Nurettin Özdebir’in 15 Mayıs 2014’teki TOSYÖV toplantısında yaptığı konuşmada söylediği gibi “Çalışanlar bir firmadan ayrıldıklarında geride sadece kullanılmış binalar, kullanılmış makinalar, kullanılmış büro malzemeleri kalır. Çalışan bir işletmeye değerini verenler işte o insanlardır”.
Bu yazı ilk kez Ostim Gazetesi’nin Temmuz 2014 sayısının 16. sayfasında yayınlanmıştır.